Yiğit Güralp
Yaratıcı Yapımcı, Yazar

Kara ve Komik Eleştiriler

ABONE OL

Kırk yıldır sinema salonlarında yüzlerce film izlemiş müdavim bir seyirci ve bir sinema filmi üreticisi olarak genelde filmlerin bana düşündürdüklerini yazarım ama artık filmlerden çok şahısların konuşulup, eleştirildiği bir dönemde ben de bu defa bir filmin kendinden çok yakından tanıma fırsatı da bulduğum yaratıcısı Cem Yılmaz’dan söz etmek istiyorum. Çünkü şu sıralar ayyuka çıkan, bana da yıllardır devamlı çıtlatılan, hakkındaki şu meşhur sevimsiz ve asılsız söylemler ile benim tanıdığım adam pek benzeşmiyor. O yüzden dikkat, Cem Yılmaz’ı tanımayanlar için bu yazı spoiler içeriyor. Cem Yılmaz ile ilk kez 2001’de Şebnem Ferah’ın Taksim Platolarında çekilen “Sigara” videosunun setini bir gece yarısı Mazhar Alanson ile sürpriz bir şekilde ziyaret ettikleri gece karşılaştım. (Orhan Kural bu detayı duymasın) Ben o dönem yirmili yaşlarımın hemen başlarında Universal Müzik ekibinde çalışıyordum, o günü anımsar mı bilmiyorum, bunu hiç konuşmadık. Ama benim hep aklımdadır. Çünkü o gece kuliste, müziğine değer verdiği bir müzisyen arkadaşına moral veren, neşeli, dost canlısı genç bir adam görmek, 20 saati aşkın süredir sette çalışmakta olan uykusuz ve yorgun ekibe büyük bir moral olmuştu. Seviliyordu. Herkese iyi hissettiren bir enerjisi vardı. Bir insanın sadece varlığıyla bunu becerebilmesi sıra dışıdır. Bunu unutamam. Daha sonra 2004’de; büyük sorunlarla boğuşarak tamamlanıp, seyirciyle güç bela buluşabilen G.O.R.A. döneminde, Böcek Yapım’ın merdivenlerinde bir iki kez karşılaşıp tebessümle selamlaşmıştık. Bunlardan birinde gayet olağan bir biçimde bana “n’aber Yiğit” demişti. Böyle hiç beklemediğiniz anlarda yaşadığımız şapşallıkları bilirsiniz. Sadece başımla selamlayarak karşılık verebilmiştim. Bunu da hiç unutamam çünkü etrafındaki binlerce kişi ve onca koşuşturma arasında benim farkımda olması, hele ismimi bilmesi hiç aklımın ucundan geçmezdi. 2010’lu yıllar geldi, twitter hesapları açıldı, bir gün beni takip etmeye başladı. Buradan da selamlaşmaya başladık. Mesajlarında yine büyük bir içtenlik, mütevazılık vardı. Artık ilk zamanlardaki kadar şaşırmıyordum. Çünkü 90lardan bu yana tüm gösterilerini, söyleşilerini, filmlerini takip etmiş ve anlamaya özen göstermiş biri olarak, bu hikayeleri anlatan insan zaten hep böyle içten, kendiyle barışık ve özel bir adam olmalı diye düşünüyordum. Doğal olarak. İnsanların zekasına ve yeteneğine dair bende uyanan izlenimin tam karşılığını bulmak hayata bakış açıma dair bana kendimi iyi hissettiriyordu. DOLUYA BOŞ, BOŞA DOLU AYARI ÇEKMEK Oysa son 20 yıla damgasını vuran şöhreti; onunla ilgili her yerde yazılıp, çizilmeye başlayan, bazen kulağıma da gelen tuhaf söylentileri de beraberinde getiriyordu. Hakkında sürekli “ukaladır”, “dikkat et, şöyle laf sokar, böyle ezer”, “çevresinde kendinden başka espri yapan birileri olmasından hoşlanmaz”, “aslında altı çok boş adamdır, bunu örtmek için neler neler yapıyor” şeklinde şehir efsaneleri anlatılıyordu. Bu sözler bana yıllar önce tanışma şansı bulduğum iki büyük usta; Metin Akpınar ve Ferhan Şensoy ile ilgili söylenenleri anımsatıyordu. Metin abinin geniş entelektüel birikiminin karşısındakini ezmek için kullandığı bir seçkinlik aracından başka bir halt olmadığı, Ferhan abinin aptallığa tahammül edemeyen sinirli bir adam olduğu ve karşısında kolay kolay durulamayacağı yıllarca anlatılıp, kulağıma sıkça çalınmasına rağmen bu iki büyük usta ile de buluşup diyaloğumuzu sürdürdüğümüzde bana kardeşçe yaklaşımları, birikimlerini cömertçe paylaşmaları, aramızdaki onca deneyim ve yaş farkına rağmen fikirlerime, sözlerime önem verip saygı duyuşları bana hayatımın en özel zamanlarını yaşatmıştı. Anladığım kadarıyla toplumun belli bir bölümünün kendini iyi hissetmek için ayar çekmesi gereken bir denge mekanizması vardı. Doluya boş, boşa da dolu muamelesi yaparak bu dengeyi koruyorlardı. Bunu yapmak için de bazen kara bazen de komik eleştiriler getiriyorlardı. Hayatı absürt hale getiren de biraz buydu ve hayatın tuhaf denge unsurunu “Kara Komik” sıfatı bazen de fiil halini alarak ne de güzel özetliyordu. FİKİR SANAT Ve 2016’nın son çeyreğinde bir gün Cem Yılmaz beni “Fikir Sanat”a davet etti. Şu an hiç havalı görünmek için önemsizleştiremeyeceğim, çok heyecanlandım. O heyecanla “Fikir Sanat”a gittiğimde Cem Yılmaz’ın bir aile sofrasını andıran, büyük ahşap masasında kalabalıkça bir ekip toplantısı vardı. Saygıyla ayağa kalktı, sarıldı, öptü ve yanındaki sandalyeye oturmamı rica etti. Ekip, toplantıya kendi aralarında gruplar halinde devam ederken o, kısaca hatırımı sorduktan sonra bir anısını anlattı. Yıllar önce Mine Vargı; Cem Yılmaz’a “Yavuz Turgul seninle sohbet etmek istiyor” demiş. Cem Yılmaz da bu büyük ustanın yanına çok büyük bir heyecanla gitmiş. Tıpkı benim gibi. Bir on dakika Yavuz Hoca havadan sudan anlatmış, bir on dakika da oradan buradan Cem Yılmaz anlatmış. Sonra dereden tepeden hatır sorma faslı bitince “eee niye buluştuk, ne konuşacaktık ki” dercesine bir suskunluk olmuş. “Meğerse” dedi gülerek; “Mine Hanım tıpkı bana Yavuz Turgul seninle tanışmak istiyor dediği gibi, Yavuz Hocaya da Cem seninle bir tanışmak istiyor demiş. Maksadı ikimizi bir araya getirmekmiş, ikimizin de haberi yok tabi” Gülüştük ve şöyle devam etti. “Diyeceğim o ki Yiğit en azından bugün böyle bir durum yok, seni ben davet ettim biliyorsun, bu toplantı bitiyor, birazdan yukarı çıkalım Zafer abiler de gelecek, size anlatacaklarım var” Bu öyle bir anekdottu ki. Yıllarca eğitim ve danışmanlık şirketlerinde, sosyal ilişkiler ve davranış bilimleri üzerine seminerler veren profesyonel iletişim uzmanlarıyla çalıştım. Pek azı bir tanışmaya böyle bir öykü ile girebilir. Bu öyküde Cem Yılmaz heyecanınızı anlıyor, kendini sizin yerinize koyuyor, daha ilk dakikadan aranızda bir eşitlik kuruyor ve böylelikle sizinle kolayca kaynaşıyor. Yıllardır sahnede ustalıkla yaptığı da bu. Ve genellikle bir komedyen olarak anılsa da çeyrek asra yakın süredir sinemada eserler veren bir hikaye anlatıcısı olarak da hikayelerini bu titizlikle anlatıyor. Önce “siz” oluyor. Sizi iyi tanıyor, çünkü tanımak için zaman harcıyor ve sizi anlıyor. Bir hikayeci için olmazsa olmaz en büyük özellik anlayabilmektir. Çünkü anlamayan anlatamaz. O gün Cem Yılmaz uzun süredir üzerinde çalıştığı “Arif Ve 216” hikayesini anlattı. Bütün karakterleri tek tek yaşadı, oynadı. Filmi kafasında çekmişti. Bütün replikler, mizansenler o anlatırken gözümüzün önünde canlandı. O; iyi bir anlatıcıydı. Filmin çekileceği güne kadar tüm ekibe filmi aynı şekilde tekrar tekrar anlatmaktan, canlandırmaktan hiç yorulmadı. Daha sonraki ziyaretlerimde de gördüm ki Cem Yılmaz zamanının büyük bölümünü hikayeler kurgulayarak ve bu hikayeleri en nitelikli biçimde nasıl hayata geçireceğine dair bir sinema filminin diğer kolektif bileşenlerinden insanlarla sinema konuşup, sinema çalışarak geçiriyor. Ben Sarıyer sırtlarında, insandan uzak, güvenlik ekibinin kapısında nöbet tuttuğu bir toplu konut sitesinde oturuyorum. Zenginliği sürekli konu olan Cem Yılmaz ise İstanbul’un orta yerinde bir semtte, her gün yürürken önünden geçebileceğiniz sıradan bir sokakta, bahçesinde Mustafa Kemal Atatürk’ün sinemaya dair cümlelerinin yer aldığı mütevazı bir yazıtın bulunduğu “Fikir Sanat” ofisinin giriş katında, o büyük aile masasının etrafında, ülkenin genci, yaşlısı, ustası, çırağı, kalfası pek çok ismiyle dedikodu ve fesatlıktan azade sadece “fikir” konuşuyorlar. Üstelik fikirler sanat için mi toplum için mi diye ayırmadan, hem sanattan hem de toplumdan söz edip bunu filmlerinde en iyi şekilde yansıtmak için kafa yoruyorlar. Masanın etrafındaki duvarları; dünyaca ünlü senaryo üstadı Mc Kee’nin, gezegendeki en iyi senaryo kitabı olarak kabul edilen “Story” anlatısını görsel olarak resmetmiş bir sanatçının bir dizi çalışması çevreliyor. Bazen liseli gençler sokaktan geçerken o toplantı masasında çalışan ekibe ve Cem Yılmaz’a el sallıyor, karşılıklı şakalaşıyorlar. Pek çok film yapım ofisine girip çıktım ama kendisini sadece şeklen değil, bir yaşam formu olarak da fikirlere ve sanata adamış böyle bir ortama pek rastlamadım. Ve bu mekanda kibirli bir tek insana da rastlamadım. CEM YILMAZ NEREDEYDİ KARDEŞİM? Bu filmlerin mutfağında, kendi ülkesinde yetenekli olup da bu yeteneği kullanacak alan bulamayan pek çok teknik isim çalışıyor. Hünerlerini ancak büyük bütçeli reklam filmlerinde sergileme imkanı bulan bu kadrolar, Türkiye’de reklam filmlerinin de ucuzlayıp basitleşmesiyle kendilerine artık ancak farklı ülkelerin film endüstrilerinde yer bulabiliyorlar. Bir anlamda Cem Yılmaz filmleri bu kıymetli isimlerin kendi ülkelerinde kalarak tutunabilmeleri için ender çalışma alanlarından biri. Bir kovboy kasabası, Sovyetler Briliğinden kalma bir sığınak, bir uzay gemisi, bir gezegen, 1960larda bir sokak, yontma taş devrinde bir kabile yaşantısı ya da tüm bunlara gitmenizi sağlayacak bir zaman makinesine ihtiyaç duyulduğunda bu alanda ülkemizin en iyi sanatkarları çocukça bir heyecanla ama en profesyonel imkanlarla sürekli bir çalışma alanı buluyorlar. Ülkemizde beyin göçü konuşulurken, sözde devrimci sinemacılar; emek bilinci ile ilgili büyük cümleler kurup setlerinde insanlara yevmiye vermeyip kaşar ekmek yedirmeyi sanat için fedakarlık olarak adlandırırken, Cem Yılmaz filmlerinde en nadide emekler tam gününde ve en yüksek ederinden karşılık buluyor. “Cem Yılmaz falan falan olurken neredeydi kardeşim, ne yapıyordu?” meşhur sorusunun cevabı da bu zaten. Tüm bunlar olurken Cem Yılmaz kendi ülkesinde kazandığını, hem vergisiyle, hem algısıyla, öyküsüyle, hem kendi insanından seçtiği karakterlerle yine kendi ülkesine yatırıyor. Kimileri tarafından ülkesine düşman hain bir terörist olmakla suçlanırken de Türk Sinemasına yeni filmler kazandıran bir Türk Sinema Sanatçısı olarak, maruz kaldığı tüm ithamlara rağmen kendi ülkesinde kalmaya ve Türk Filmleri üretmeye devam ediyor. Ve bunu pek çoğumuzdan fazlaca yan gelip yatma ya da her şeyi bırakıp, kaçıp gitme lüksü olmasına rağmen yapıyor. KARAKOMİK FİLMLER EVRENİ “Karakomik Filmler” serisi altında toplanacak olan 10 ayrı hikaye de bu çalışmalar esnasında yıllardır çalışılıp birikmiş hikayeler. Cem Yılmaz’ın uzay macerası aşinalığından dolayı, “Kaçamak” aynı sularda gezinmekle suçlansa, ya da “İki Arada” yeni bir “Hokkabaz” denemesi olarak değerlendirilse de, seri ilerleyip, tamamlanıp, diğer 8 hikaye de seyirciyle buluştuğunda, maceraların bunlardan ibaret olmadığını, geniş bir anlatı, zengin bir karakter evreniyle karşı karşıya olduğunuzu daha net görebileceksiniz. Zaten bu yüzden bir Marvel, DC Comics ya da Tolkien evreninde görmeye alışık olduğumuz gibi, bu hikayeler evreninin içinde de birbiriyle kesişen, yakaladığınızda size seyir zevki veren detaylar var. Şu an ilk iki öyküde bu anlamda sadece iki detay görebiliyorsunuz. Örneğin bir öyküde TV ekranında görünen bir show aslında gelecek hikayelerden biri olan “Emanet”e ait. Filmler çoğaldıkça bu detaylar çoğalacak ve filmleri izlerken kendi içlerinde yapılan göndermeleri izlemek, o karakterleri başka bir maceranın içinde, fondaki minik bir unsur olarak görmek, onları anımsamak seyirci için kendi aralarında da konuşup, yakalayınca keyif alacakları sürprizler olacak. Önden gidenin kurşunu en önce yemesi misali, bu ilk iki hikayenin bu evrenin açılış filmleri olarak yadırganması bu yüzden de çok doğal. “Büyük Resimciler” için bu nüansı belirtmekte fayda var. BAĞKUR’DAN BİR TEBLİGATINIZ VAR Geçtiğimiz günlerde Konyaaltı Açık Hava Tiyatrosunda Bülent Ortaçgil’i izledim. Konserinin sonunda “bu kadar eski bir müziği halen dinlemeye geldiğiniz için teşekkür ederim” dedi. Türkiye gibi “o artık bitti, şu emekli olsun, artık yapamıyor, artık yapmasın” gibisinden Bağkur’dan gönderilen emeklilik tebligatı misali cümleler yazıp söyleyen histerik memurların bol olduğu bir ülkede Bülent Ortaçgil’in gülümseyerek ettiği bu teşekkür hayli anlamlı. Ortaçgil konser boyu böyle pek çok hoş gönderme yaptı. Örneğin daha konserin hemen başında “bugün biraz dile düşmeyen şarkılarımı söylemek istiyorum, çünkü onlar da benim şarkılarım ve 50 yıllık sahne hayatımın sonunda hep aynı şarkıları söylemekten insan biraz sıkılıyor yahu” dedi. Cem Yılmaz da heybesindeki diğer hikayeleri de anlatmayı seven bir sinemacı. Üstelik bunu kariyerinin ilk günlerinden beri yapıyor. Hokkabaz Cem Yılmaz sinemasının en az gişe yapmış filmlerinden biridir. G.O.R.A.’dan hemen sonra G.O.R.A. 7-8-9 yapabilecekken o böyle bir öykü anlatmayı seçmiş ve daha sinema yolculuğunun en başlarında yine bugünün benzeri ve benzemezi birtakım kişiler tarafından “gişede çakıldığı, artık komik olmadığı ve nihayet bittiği” söylenmeye başlanmıştı. Ama o “Hokkabaz” bugün Cem Yılmaz’ın en iyi filmlerinden biri olarak anılıyor. Sinema perdesinde ilk kez göründüğü “Her Şey Çok Güzel Olacak”ın bir milyon seyirciyi zar zor gördüğü bir sinema yolculuğu bu. O zaman da “Cem Yılmaz daha başlamadan bitti” demişlerdi. “Her Şey Çok Güzel Olacak” 20 yılı devirdi, modern bir klasik, bir fenomen oldu. O günden beri yerli filmlerde tüm senaryolarda karakterlerin başı mafyayla belaya giriyor. Cem Yılmaz bitti diyenlerin onun öykülerine öykünmesi işi hiç bitmiyor. Bülent Ortaçgil yine o konserinde dillerden düşmeyen şarkılarıyla da ilgili şöyle diyor: “Bazı şarkılarımı 25 yıl önce yaptım, kimse farkında olmadı, sonra bir gün biri söyledi, ya da bir filmde yer aldı, ondan sonra cam kapı kırmaya başladı” Ortaçgil’in sözünü ettiği bu şarkılardan biri olan “Sensiz Olmaz”; “Bu sabah sensiz uyandım sensiz olmaz” diye girince bütün konser salonu yıllarca burun kıvırdığı bu şarkıyı ilk saniyesinden itibaren hep bir ağızdan söylüyor. Avam bulunan, skeçlerden ibaret olduğu söylenen, sinema perdesinde bütünlüklü bir anlatı ifade etmediği için yerden yere vurulan G.O.R.A.’nın repliklerinin bugün hemen herkes tarafından ezbere bilinmesine ne kadar da benziyor. BU DEFA GÜLDÜRMEDİ Ticari olan ve olmayanın ne olduğuyla ilgili herkesin bir fikri varken, eser verenler sadece eserlerini vermek ve bu eserler yoluyla kendilerini ifade etmekle ilgilenirler. Cem Yılmaz’ın bir gösterisinde söylediği güzel bir söz var: “Ben şunu yapayım da para etsin demedim. Ben zaten her zaman anlattıklarımı anlattım ve o bir para etti.” Bu söz her şeyi güzelce özetliyor. Cem Yılmaz komik olmak için de bir şey yapmıyor. Ağlatmak için de bir şey yapmıyor. O hikayelerini anlatıyor. Ama nitelikli film yapmak ve bu filmlerin standartları konusunda daima fazla mesai yapıyor. Zaten güldürmek istediğinde de “bu defa güldürmedi” muhabbetlerine, ünlü cenazesi anekdotunda verdiği “daha mesai bitmedi mi? Burada da mı şaka?” esprisiyle en güzel cevabı vereli ve bu sözü günlük hayata kazıyalı epey zaman oluyor. GÖSTERİLERİ KOMİK AMA FİLMLERİ O KADAR DA ŞEY DEĞİL Komedyen sahnede kendini ve gözlemlerini bizzat kendi kimliğiyle anlatır. Sahnede izlediğiniz Cem Yılmaz’ın zaten kendisi. Filmlerde ise o artık Cem Yılmaz değil. Bir komedyen değil. Bu filmlerdeki adamlar başka adamlar. Ricky Gervais’in gösterileri çok komik ama “After Life” adlı Netflix dizisinde en fazla ufak ve acı birkaç tebessüm edebilirsiniz. “After Life”ın derdi çok farklı. Ama buradan Ricky Gervais bitti, artık başarısız bir komedyen yorumu çıkarmak gerçekten kötü bir kalbe sahip olmakla açıklanabilir. “İki Arada”da Ayzek köşeye sıkışmış gariban bir adam. “Kaçamak”da Alpay safkan oportünist bir çakal. Seri tamamlandığında 10 ayrı Cem Yılmaz izleyeceksiniz. Bunu da sürekli aynı tipin ekmeğini yeme eleştirisine maruz kalmamak için yapmıyor, cebinde çok sayıda karakter olduğu ve bunların hepsini canlandırabilecek kalibreye sahip olduğu için yapıyor. DENGE, GÜÇ, KONSANTRASYON, HADİ BAKİİM Konfüçyus derki “İçerik biçimden önce geliyorsa orada bir kabalık söz konusudur. Biçim içeriğe ağır basıyorsa orada bir yüzeysellik vardır. İçerik ve biçim arasında bir denge varsa orada bir nitelik söz konusudur.” Karakomik Filmleri izlediğimde aklıma gelen söz bu oldu. Her şey bir denge içerisinde ilerliyor. Ve bu elementlerin tümü özellikle “İki Arada”da birbiriyle uyum içinde ilerliyor. Sinema eleştirisini, bir filmi film yapan diğer onlarca element üzerinden değil, “konu üzerinden” yapmak bir adet haline geldi. Nedir konu? Kaba olay örgüsü. Senaryo da değil yani. İşin şöyle olmuş, böyle olmuş kısmı. Filmleri, dizileri “sonunda oğlan öyle yapmasa da böyle yapsaydı” diye yorumlama işini vallahi de billahi de altın günlerinde annemler de yapıyor. Ayrıca yirmi küsür dalda ödül verilen Oscar Gecesinde “En İyi Konu Ödülü” diye bir ödül de duymadım. Bir film daha uzun olduğu için daha çok sevdiğimi, daha kısa olduğu için filmi daha az sevdiğimi de hatırlamıyorum. Charlie Chaplin’in 1 saatlik “The Kid” filminden de tat aldım, 2 saatlik “Modern Times” filminden de tat aldım. “The Kid”deki karakterleri bir saat daha izleseydim daha iyi tanırdım gibi bir düşüncem de olmadı. O bir saat her şeyi anlamam için yeterli oldu. Nasıl ki “Joker”in baskı altında köşeye sıkıştırıldığında yapacağı şeyleri net olarak anlayıp görebiliyorsak, “Ayzek”in de köşeye sıkıştığındaki psikolojisini net biçimde anladım. “Art House” filmcilerin (ki bu da tıpkı Güzel Sanatlar gibi problemli bir kavram, kime göre, neye göre?) anlatıya müdahale etmeyip, kamerasını uzaklara yerleştirmesi, karakteri de sokakta hiç tanımadığınız bir adam gibi anlık gösterip, öncesini sonrasını bilmeden de yaşadığı olayla özdeşlik kurmanızı istedikleri anlatımlar övüle övüle bitiremezken, ana akım sinemada sürekli olarak karakterleri tanımak için daha çok sahneye ihtiyaç olması gerektiğinin söylenmesi iki yüzlülüğünden de bir parça sıkıldığımı itiraf etmeliyim.  Yine “Art House” filmcilerin en anlaşılmayan durumlarının üstü “sonunu seyirciye bıraktı” jargonuyla örtülürken, ana akımcılarla ilgili sıkça söylenen “finale hızlı koştu, sonu biraz aceleye, oldu bittiye geldi” şeklinde eleştirileri de hayli çelişkili buluyorum. Filmi sadece olay akışı, replikler, müzik ve oyunculukla değil, kamera kullanımı, kadrajları ve fotoğrafın içini nasıl doldurduğuyla birlikte takip edince daracık bir feribotun nasıl geniş bir dünya olarak gösterildiğini, Ayzek’in bu dünya içinde bazen nasıl küçülüp bazen nasıl hakim bir deve dönüştüğünü hayranlıkla izledim. Rejide ustalaşmış bir Cem Yılmaz görmek beni oldukça heyecanlandırdı. Böyle bir işi 14 gün gibi kısa bir zamanda bu detaycılıkla bitirmiş olmaları da bunun en belirgin göstergesi. CEM YILMAZ DA HEP AYNI ADAMLARLA FİLM YAPIYOR Bir tek Cem Yılmaz olsa iyi. Adam Sandler da öyle. Her filminde, Chris Rock, Kevin Smith, David Spade, Rob Schneider. Bunları döndürüp döndürüp oynatıyor. Ayıp vallahi. Ya Jerry Lewis’e ne demeli, koca bir sinema kariyeri boyunca her filmde Dean Martin’le birliktelerdi. Seth Rogen, James Franco, Judd Apatow ve arkadaşları, bunlar da sürekli birlikte takılıp film yapıyorlar. Jery Seinfeld’in yıllardır yaptığı “Comedians In Cars Getting Coffee” adlı bir talk show var. Birleşik Devletlerin en büyük komedyenlerini her bölüm, şahsın ruhuna uygun klasik bir otomobille evlerinden alıyor ve sohbet ede ede kahve içmeye gidiyorlar. Seinfeld; Mel Brooks’u ağırladığı bölümde Mel Brooks’u evden çıkaramadı. Çünkü Mel Brooks 40 yıldır hiç aksatmadan her akşam evinde komedyen dostu Carl Reiner ile buluşuyor, eve yemek söyleyip komedi filmleri izliyorlar. Hem de her akşam. Neden acaba? Tıpkı Ertem Eğilmez’in, Metin Akpınar, Zeki Alasya, Münir Özkul, Halit Akçatepe, Kemal Sunal, Tarık Akan ve daha nice kıymetli ismi Arzu Film’in Gümüşsuyu’ndaki hanesinde bir araya gtirdiği, yazar Sadık Şendil’in onlara hem senaryolar yazıp hem de kendi eliyle yemekler yaptığı Arzu Film ekolü gibi. Nejat Uygur deyince aklımıza Bahri Beyat geliyor. Zeki, Metin her filminde Devekuşu Kabare ekibinden dostlarıyla birlikte rol aldı. Ferhan Şensoy ne vakit sinema ya da TV’de boy gösterse, ya da bir reklam filmi serisinde yer alsa; başta Rasim Öztekin olmak üzere “Orta Oyuncular” kadrosuyla, Tarık Pabuççuoğlu, Erol Günaydın, Münir Özkul, Derya Baykal, Baykal Kent, Ali Çatalbaş gibi isimlerle birlikte rol aldı. YENİ İSİMLER Elbette yukarıda saydığımız isimlerin projelerinde zaman zaman farklı isimler de yer aldı. Karakomik Filmler’in bu ilk iki hikayesinde de Cem Davran, Necip Memili, Uraz Kaygılaroğlu, Umut Kurt, Nilperi Şahinkaya gibi pek çok farklı isim var. Özellikle Uraz Kaygılaroğlu’nun kalibresinin, bugüne kadar önüne gelen projelerin çok üzerinde olduğunu düşünürüm. Uraz’ı ilk defa kendi klasmanında bir filmin içinde görmekten ayrıca keyif aldım. “İki Arada”da yer aldığı sahnelerde pırıl pırıl parlıyor. Ayzek’in karşısında tehlikeli bir rakip olarak filmin atmosferine önemli ölçüde katkı sağlıyor. Yerde sürüklenen İngiliz anahtarı detayı uzun yıllar akıldan çıkmayacaktır. Yalandan dövüşlere alıştığımız sinemamızda ve televizyon dizilerinden sonra, “İki Arada”nın kapışma sahnesinde, birinin diğerinin suratına bir yangın tüpünü bu kadar gerçekçi biçimde patlatabilmesi; oyuncusundan rejisine gerçeklik üzerine kafa yorulduğu kadar istenildiği vakit bunun becerilebildiğini de gösteren ufak ama sert detaylardan sadece bir tanesi. “Kaçamak”da minik köpeğin oyunculuk konusundaki hakkını da yemeyelim. Sette, çalışma arkadaşı eğitimcisi ile birlikte, şartlar tam istediği gibi olana kadar beklenilen en büyük yıldızlardan birisi de kendisi. AMERİKALILAR OLMUŞ MU? Filmde mutlu olmadığım tek detay “Kaçamak”ın son çeyreğinde, seyre olan ilgimi diri tutamamış oluşu. Filmin açılışındaki detoks merkezi fikri pek çok ayrı elementi bir arada tutan bir çimento misali hem yeni hem de diri bir unsur olarak bize bir dünya sunuyor ve hemencecik içine alıyor. Uzay gemisinin; ekibi çelişkilere ve çatışmalara sürükleyen varlığı da merak unsurunu koruyarak hikayeyi lineer biçimde ilerletiyor. Fakat final sekansında tüm bunlara olan ilgi dağılıyor. Amerikalı başat ekibi Türk oyuncuların canlandırması da bu konsantrasyon bozukluğunda bir parça etkili. Özellikle Özkan Uğur’un oğlu genç aktör Alişan Uğur oldukça başarılı ama o karakterlerin gerçekte Türk olduğunu biliyor olmak seyircinin en azından benim, filmle olan bağımı zayıflatıyor. Belki absürt unsurların bir parçası olarak planlanmış olabilir. Fakat bana geçmedi. GELECEK PROGRAM Sinemanın ilk yılları olan 1900’lerin başlarında sinemalarda fragmanlar filmlerin başlarında değil, filmlerin sonunda, sinema salonundan çıkmadan önce gösterilirmiş. Bir yük treninde lokomotifin arkasından gelen vagonlar anlamına da gelen “trailer” sözcüğünün film fragmanı olarak da kullanması geleneği buradan geliyor. Sinema kültürüne saygısıyla tanıdığımız Cem Yılmaz’ın “Karakomik Filmler”in bu ilk hikayelerinin sonunda ocak ayında vizyona girecek iki yeni hikayesi olan “Emanet” ve “Deli”nin de trailerları yer alıyor. Her oyuncuya adeta saygı duruşunda bulunan özel filmler vardır. “Deli”’de mükemmel bir Özkan Uğur izleyeceğinizi şimdiden söyleyeyim. Bu hikayedeki rolü Özkan Uğur’un yıllarca anılacağı performanslardan biri olacak. “Emanet”de ise Cem Yılmaz; Özge Özpirinçci ile ilk kez Çağlar Çorumlu ile ise bir kez daha karşılıklı döktürüyorlar. Cem Yılmaz ve çalışma arkadaşlarına bu uzun soluklu “Karakomik Filmler” yolculuğuyla hem kendi sinema maceralarında hem de sinema kültürümüzdeki raflarda apayrı ve kıymetli bir cilt açtıkları için teşekkürler. Bu yazıyı yazıp yazmamakta çok düşündüm. Çünkü düşüncelerim, “Cem Yılmaz’ın eşi dostu Cem’i kolluyor”a bağlanacaktı. Ama yazının başında da söz ettiğim Metin Akpınar ve Ferhan Şensoy’un ustaları Haldun Taner’den nasıl sevgiyle bahsettikleri aklıma geldi. Ferhan Şensoy; Haldun Taner’den söz ederken birden ağlamaya başlamış, “düşünüyorum da artık konuşabileceğim bir tane Haldun Taner yok, ona baba diyorum çünkü o babamdı” demişti. Cem Yılmaz ile aramızda sadece 3 yaş fark var ama ben de ona “abim” derim. Bu; biraz bizim kuşağın okullarda bir üst sınıflardaki kişilere abi deyişinden geliyor. Levent Kazak’a da abim derim bu yüzden. Üretmeye benden daha önce başlamaları onları benim ustam da yapıyor aynı zamanda. Ama bu sadece bir kıdem meselesi değil, bir his, bir sevgi meselesi aynı zamanda. Bugün Cem Yılmaz’ı sevgi ve coşkuyla anlatmak istedim. Tıpkı Haldun Taner’i bana anlattıkları gibi. Savunmaksa savundum. Övmekse övdüm. Sen çok yaşa usta. Yazımı her yazımı bitirdiğim aynı paragrafla bitiriyorum. Film yazıları ve notları, at yarışı bültenleri gibi, hangi filmi izleyip, hangi filmi izlemeyeceğinizle ilgili ip ucu veren sığlıkta metinler değildir. Sizler de filmleri ne birisi tavsiye etti diye izleyin, ne de birisi olumsuz eleştiriler yaptığı için görmemezlik edin. Çünkü size anlamlı gelen bir başkasına anlamsız gelebileceği gibi başkasına doyurucu gelen ise size yetersiz gelebilir. Kimseye aldırmadan filmlere gidin, izleyin ve kendi fikriniz oluşsun. Sonra diğer insanların fikir ve yorumlarıyla kendinizinkileri karşılaştırın. Sinema üzerinden sosyalleşmek, gelişmek, birbirimizi anlayıp iletişim kurabilmek dediğimiz tam olarak budur ve ancak bu şekilde mümkün olur. Herkese iyi seyirler. Yiğit Güralp https://twitter.com/YigitGuralp https://instagram.com/yigitguralp                      

twitter takip