Zamansız vedasının 20. yılında Kemal Sunal’ın her meslek grubundan insanı temsil ettiği, sürekli risk almayı tercih ettiği kariyerine anlamlı bir bakış. Yiğit Güralp yazdı:
1977’nin son günlerinde Charlie Chaplin’in hayata veda ettiği gün doğdum. O yıl dünya, bu büyük komedyenin vedasına ağlarken, diğer yandan rol aldığı filmler IMDB TOP listelerinde en yüksek puanları alacak bir başka komedyenin yıldızının parlayışına tanıklık ediyordu: Kemal Sunal
Kemal Sunal’ı, dev salonlarda, sinema perdesinde izleme şansını yakalayan son nesildenim. 1970’li yıllarda dayım İstanbul’da askerken, çarşı izinlerinde bizi ziyarete gelirmiş. Abimi alıp evimizin 50 metre ötesinde, yalnızca Türk Filmleri gösteren Bakırköy Sayanora Sineması’nda “Şaban”lı filmler izler, hepsinde de bir sıkı gülerlermiş. Ben Kemal Sunal’ın bu ilk 5 yıllık dönemini kaçırdım. Sinema salonları ile tanışmam da haliyle 80’li yılların başlarına denk geliyor. Bu, Sunal’ın ikinci 5 yıllık dönemi.
Evimizden bu kez 250 metre uzaktaki Bakırköy 74 Sineması’nda 1983 son baharında “Yedi Bela Hüsnü”yü annem ve abimle izlemiştik. Çocuktum. Hüsnü’nün bir kalıp sabun ve bir kova suyla kötü adamların hakkından gelmesine ve Hüsniye’yi tavlamak için kasıla kasıla yürümesine çok güldüm. Ertesi yıl 1984’de ise kocaman adam olmuştum. Dile kolay artık koskoca ilkokul 2. Sınıfa gidiyordum. “Postacı”nın final sekansında bütün salonun gaza gelip, Postacı Adem yarışı kazansın diye tempo tuttuğu anlarda tüylerimin diken diken oluşunu unutmam mümkün değil. Ayakkabısının bağcıkları çözüldüğünde “olacak iş mi” diye heyecanlanışımızı, “hadi be Adem, hadi be anam” deyişimizi, günlerce “Sıfır kilometrede Sevtap, aman Mercedes, bastır Adem bastır, göreceksin gününü Latifciğim” diye ortalıkta gezişimizi… Anlayın işte. Böyle coşkulu günlerdi.
Çok değil birkaç yıl sonra 1987’de Kemal Sunal “Kiracı” isimli bir filmle sinemamızdaydı. Yine annem ve abimden oluşan kadroyla filme gittik. Bol bol gülmeyi beklerken filmin böyle bir gayesi olmadığını gördük. Film bizim kira evlerinde yaşadığımız hayatımızın bir fotokopisi gibiydi. “Kiracı”yı durağan bulduk ama sevdik. Ancak ilk kez Kemal Sunal’lı bir filmi, koca salonda bir başımıza izliyorduk. Salon bomboştu. Bu Kemal Sunal’ın sinemadaki 3. ve son 5 yılıydı.
“Kiracı” sinemada izlediğim son Kemal Sunal’lı film oldu. Çünkü yeni filmleri sinemaya ya gelmiyor ya da gelince yer yerinden pek oynamıyor, arkadaşlar, komşular birbirine “gidip izlediniz mi” diye sormuyor, “çok güldük, siz de mutlaka görün” diye tavsiye etmiyorlardı. 1989’da annemle babam ayrıldı. Anadolu Liseleri ve Kolejlere hazırlık derken birkaç büyük holivut filmi hariç sinemaya daha az gittiğimiz bir dönem oldu. 90lara girdiğimizde Kemal Sunal bir iki film daha yapıp artık sinemaya veda etmişti. Oysa henüz 46 yaşındaydı. İlk başrolünü 1974’de 30 yaşında almış bir yıldızın sinema kariyerinin 20 yıldan bile daha az sürmesi beni hep düşündürmüştür.
90lı yıllarda Sunal kendini, yarım kalan üniversite eğitimine verdi. Özel televizyonlarda birkaç dizi projesi kabul etti. Bu dönemin şahitlerinden olup, onunla aynı sette bulunma şansına sahip olan Çağan Irmak ve Zafer Algöz’den Sunal’ın sinemadaki zekası ve ustalığını televizyon rejisine nasıl taşıdığına dair yıllar sonra çok güzel anılar dinleyecektim.
Sunal 90’ların başında veda ettiği sinemaya yine 90’ların sonunda “Propoganda” ile geri döndü. Ben 22 yaşıma gelmiştim. Çok yoğun çalışıyordum. O filmi sinemada göremedim. Eğer 1 yıl sonra henüz 56 yaşında hayata veda edeceğini bilsem Kemal Sunal ile dev perdede son bir kez vedalaşmak için “Propoganda”yı izlemeye mutlaka giderdim. Hayatın çok kısa olduğunu, ölümün iyi ve yetenekli insanlar dahil hiç kimseye ayrıcalık tanımadığını, 1 yıl arayla 56 yaşlarında peş peşe kaybettiğimiz Barış Manço ve Kemal Sunal ile idrak ettim.
20 yıl sonra bugün Kemal Sunal’ı anarken, olgunluk yıllarında rol almayı tercih ettiği, çoğunda proje aşamasında da oluşumuna katkı sağladığı 1980’li yılların ikinci yarısındaki filmlerine yüz vermeyişimizle ilgili iki yüzlülüğümüze değinmekte fayda görüyorum. Bu noktada tarihlere özellikle dikkat çekmek istiyorum. Sunal’ın en popüler filmleri 1974’de ilk baş rolü oynadığı tarihten 1980’e kadar geçen sadece 6 yıllık bir dönemi kapsıyor. 6 yıl ne ki? Bugün altı yaşına gelen bir çocuğun doğduğu gün daha dün gibi değil midir? İşte tam olarak öyle.
Bu 6 yıl içine Kemal Sunal öyle çok çeşitleme sığdırıyor ki. Bir yandan kariyeri boyunca peşini bırakmayan, Rıfat Ilgaz’ın orijinal romandaki mavi gözlü, gözlüklü Trabzon’lu İnek Şaban tiplemesine bambaşka bir yorum katarak efsaneleşmesine büyük katkıda bulunduğu “Hababam Sınıfı” serilerinde rol alıyor, bir yandan Arzu Film’in kalabalık kadrosu içinde “Mavi Boncuk”, “Köyden İndim Şehire” ve “Salak Milyoner” gibi filmlerde yer alıyor, hemen peşi sıra “Süt Kardeşler”, “Şabanoğlu Şaban” ve “Tosun Paşa” gibi yine Arzu Filmin kendisi için tasarladığı dönem hikayelerinde rol alıyor, aynı anda başka yapım firmalarıyla başka solo filmler deniyordu.
Yılda 4 ila 6 filmde rol aldığı bu dönem Kemal Sunal’ı hep Şaban formülünden sıyrılıp farklı denemelere yönelirken görüyorduk. Bu anlamda ilk “Hababam Sınıfı” uyarlamasını kaleme alarak sonraki filmlerde bayrağı ustası Sadık Şendil’e emanet eden, sosyoloji mezunu, genç senarist Umur Bugay’ın “Kapıcılar Kralı” ve “Çöpçüler Kralı” gibi alt metni hayli dolu filmleri ona bambaşka bir krallık serisinin kapılarını açıyordu. Umur Bugay ile ömür boyu aralıklarla çalışmaya devam ettiler. “Kral” formülü öyle tutacaktı ki, başka yazarlarla “Bekçiler Kralı” ve hatta Aziz Nesin’in aynı adlı eserinden uyarlanan “Gol Kralı” ile bu tiplemeler sürecekti. Sunal adeta bir meslekler serisi deniyor ve toplumdaki her grubun sesi, aynası ve eleştirisi oluyordu.
Kemal Sunal iyi yazarlar ve iyi yönetmenlerle çalışmaya özen gösteriyordu. “Kibar Feyzo”da Ertem Eğilmez’in kurduğu kadroya imrenmemek elde değil. İhsan Yüce senaryosu, kendi ailesi de bir aşiretin izlerini taşıyan, o coğrafyayı gayet iyi bilen Atıf Yılmaz’ın akıcı rejisiyle buluşuyordu. Atıf Beyin milli sinema nasıl olmalı arayışı filmin içine halk türküleriyle, “Batı Yakası Hikayesi” misali müzikal bir aks da ekliyordu. Tüm zamanların en büyük filmlerinden biri olan bu hikayede, Kemal Sunal “Feyzo” rolüyle feodalitenin karşısına tek başına dikiliyordu.
Osman Seden, Holivut görmüş önemli sinemacılarımızdandı. “Dokunmayın Şabanıma” gibi, bir Fransız vodvilinden serbest uyarlanmış şeker bir romantik komedi yapmayı becerebiliyor, büyük bir komedyene büyük bir filmin yakışacağını ve büyük filmlerin büyük finallerle bitmesi gerektiğini iyi biliyordu. Sırf bu yüzden Gümüşsuyu’ndan Dolmabahçe’ye inen merdivenlerde Kemal Sunal’ın otomobille akrobasi yaptığı sağlam bir araba takip sekansını da filmin finaline eklemeyi ihmal etmiyordu. Fakat Osman Seden’in bir diğer marifeti sermayeye karşı yaptığı filmlerdi.
Zeki Alasya Metin Akpınar ikilisini banka, banker ve borsa grubunun karşısına diktiği “Şaka Yapma” formülünün bir benzerini yıllar önce ilk olarak “100 Numaralı Adam” ile Kemal Sunal üzerinde deniyordu. Kemal Sunal bu filmde reklamcıların ve medyanın sermaye ile olan ahlaksız ilişkisinin karşısında bir kahraman olarak pırıl pırıl parlıyordu. “100 Numaralı Adam’ın “şöhreti elde etsem de daima halkın yanındayım” söylemi, Sunal’ın prensipleriyle birebir örtüştüğü gibi bu sözü ömür boyu tutacağının da adeta bir habercisi gibiydi.
Osman Seden Özallı yılların ekonomik ortamını, ilginç komik hikayelerle birleştirdiği senaryolarıyla Kemal Sunal’la iş birliğini 1980’li yıllarda da sürdürür. Bu kez yönetmen Kartal Tibet’dir. Afişinde bir kazık üstüne oturacak kadar cesur bir siyasi gönderme bulunan “Ortadirek Şaban” ve Katma Değer Vergisi (K.D.V.) ile çağ atladığı iddia edilen ülkemizi hicvetmekten geri duramayan “Katma Değer Şaban” hem sabun köpüğü absürd güldürü formlarını kullanan hem de bozuk bir düzenin içinde olan bitenlere dair söz söylemekten geri durmayan filmlerdir.
Kemal Sunal, Şaban isminden ne kadar kurtulmak istese de bir keresinde at yarışına meraklı Niyazi adlı bir karakteri canlandırsa da filmin ismi “Atla Gel Şaban” olur. Ama yine de farklı arayışlar ve denemeler yapmaktan vazgeçmez.
Ömrünün son baharında bile üniversite diplomasını almak için çalışan Sunal’ın okumaya olan düşkünlüğü malum. “Hababam Sınıfı”nın gücünün, Arzu Film ekibinin dokunuşları kadar orijinal eserin sahibi Rıfat Ilgaz’ın dünya görüşünden de kaynaklandığını idrak etmiş olacak ki, filmografisi içinde edebiyat uyarlamalarını da sıkça rastlarız. Muzaffer İzgü’nün “Öğretmen”, Aziz Nesin’in “Zübük” adlı öyküleri, onun canlandırdığı karakterlerle sinemada ölümsüzleşir. “Deli Deli Küpeli” filmindeki Deli Kaymakam’ın Cevat Fehmi Başkut’un “Buzlar Çözülmeden” eserinden serbest uyarlandığı ortadadır.
1980lerde Memduh Ün ve eşi Fatma Girik ile ortaklaşa kurdukları film şirketiyle yine farklı hikayeler peşinde koşarlar. “Şabaniye” ile Kemal Sunal’ı bu kez de kan davasından kaçmak için kadın kılığına girerek hayatta kalmaya çalışırken izleriz. Sunal “Şabaniye” ile çağdaşı Dustin Hoffman’ın “Tootsie”, öncülleri Tony Curtis ve Jack Lemmon’ın “Bazıları Sıcak Sever” ya da yıllar sonra Robin Williams’ın “Mrs. Doubtfire” performansları misali ölümsüz bir performansa daha imza atar. Yine absürd bir deneme olan “Japon İşi” o dönem için hayli farklı konusuyla dikkat çeker. Bugün sözlük forumlarında kimi genç insanların absürd sinemanın yeni örneklerini överken, “Japon İşi” ve “Şabaniye”den “saçma sapan filmler” diye söz etmesi ise son derece üzücüdür.
Edebiyat uyarlamaları yine devam eder. Memduh Ün, 1961’de Ayhan Işık’ı başrole koyarak, Halit Refiğ, Lütfi Akad gibi dev isimlerle birlikte senaryolaştırdığı Orhan Kemal’in “Devlet Kuşu” romanından uyarladıkları “Avare Mustafa”yı 20 yıl sonra bu kez Kemal Sunal’ı baş role koyarak bir kez daha beyazperdeye aktarır. Sunal bu uyarlamada, kariyeri boyunca birçok kez yaptığı gibi inşaat sektörünün karşısına dikilir.
Kemal Sunal Almanya’da gurbetçileri de unutmaz. İbrahim Tatlıses ile turnelere gidip sahnede fıkralar anlatan Sunal filmlerinde de bu insanları canlandırmayı ihmal etmez. Bazen Almanya’dan fötr şapkasını giyip, mikserini alıp işçi olarak gelir. Bazen Almanya’ya işçi olarak gidip, her çocuk için Alman Hükümetinden yardım alan kurnaz gurbetçiye hayat verir.
Belli ki dünyayı da takip eder. Bu anlamda Chaplin uyarlamalarına bile rastlarız. “En Büyük Şaban” ile “City Lights”, “Garip” ile “The Kid” filmlerine göz kırpar. Sonraki yıllarda, polis olur, klarnet sanatçısı olur, doktor olur, mübaşir olur, davacı olur, çaycı olur, dul olur, kılıbık olur, üç kağıtçı, yoksul ve zengin ama varyemez bir iş adamı da olur. Bazı filmlerinde çocuklara “eşoğlueşek” diyen adam taklidi yaparak ilk dönem filmlerine göz de kırpar.
Bu filmlerden en anlamlısı, kariyerinin son yıllarında rol aldığı ve dünyadaki hangi iyi komedyeni baş rolüne koysanız her türlü izlenecek bir film olan “Gülen Adam” filmidir. Pek az bilinen, televizyonların rating avcılığı nedeniyle ikide bir yayınladığı Sunal’lı filmlerden biri olmayan “Gülen Adam”da Sunal hayattaki acılara karşı sinirleri bozulan, hiç ağlayamayan hep gülen bir adamı canlandırır. “Gülen Adam” benim için Sunal’ın sinema perdesinden bu dünyaya en büyük selamıdır.
Bütün bu denemeler, tüm bu arayışlar, bu olanca çaba şu anlamda dikkat çekicidir. Kemal Sunal’ın yukarıda sözünü ettiğimiz ilk yıllarındaki özellikle “Şaban Filmleri”, eleştirmenler tarafından avam bulunuyordu. Bugün “Recep İvedik” gibi filmlerin de avam bulunması hususunda sıkça örnek gösterilen “Kemal Sunal da zamanında eşolueşek diyerek güldüren kaba saba komedilerde boy gösterirdi, o da eleştirilirdi” söylemini yeniden düşünmemiz gerekiyor. Kemal Sunal bu tür güldürülerin ekmeğini iştahla yiyebilecekken, bu da en doğal hakkıyken, en popüler döneminde ve hatta daha yolun en başındayken risk alarak bambaşka alanlarda da şansını denemekten çekinmemişti. Üstelik sinemanın ekonomik ve siyasi olarak en talihsiz yıllarına denk geldiği halde.
1974’de başlayan 6 yıllık dönemi geride bıraktığında, 1980 ve 1985 arasında film sayısının azaldığı ve 12 Eylül askeri darbesinin sıkı yönetiminin baskısını en sert biçimde hissettirdiği bir dönemde suya sabuna dokunmayan filmleri giderek azaltıp, sosyal ağırlıklı filmleri arttıran bir yol izlemeyi tercih etti. IMDB’de Sunal’ın filmografisini tarih sırasıyla incelediğinizde hayatının çok kısa bir döneminde yaptığı filmlerle yine çok kısa sürede vedalaşan olgun bir komedyen portresiyle karşılaşıyorsunuz.
Daha iyi anlamak için gelin günümüze uyarlayalım. Yıldız aktör kariyeriniz 2004’de başlayacak. Tam bunun ekmeğini yiyebilecek dönemde, 2010’da o janrı tek etmeye başlayıp 2015’de artık daha az seyredilen daha ciddi filmlere yöneleceksiniz. Ve 2020’de de sinemaya veda edeceksiniz. Kemal Sunal’ın maksimum 6 ila 10 yıla sığan “yahu çok komik adam, hadi gidelim gülelim” dönemi, kendinin kısa süre sonra daha olgun filmlere yönelmesiyle, “Sunal filmleri artık iş yapmıyor, Sunal artık komik değil, Sunal politik oldu, Sunal yaşlandı” gibi homurtularla doludur. Charlie Chaplin, Jerry Lewis, Jim Carrey ve hatta günümüzde Cem Yılmaz gibi isimlere baktığınızda da benzer durumları görüyorsunuz.
Özetle bugün yine tümüyle geyik muhabbeti olan buna benzer tartışmalara dikkat çekmek, bakış açınıza farkındalık katabilmek için yakın tarihten bir komedyenin kariyerinin fotoğrafını çekmek istedim. Kemal Sunal’ın sinemamıza bıraktığı izin kalıcılığı suni tartışmaların, ikiyüzlülük ve vefasızlığın çok üstündedir.
Kimimiz bazı karakterlerde kendini buldu, bazılarında bulamadı. Kimimiz perdede kendine rastlamaktan korktuğu için bazı filmlerden rahatsız oldu, yüzleşmekten kaçtı, gülüp geçmekten fazlasına ihtiyaç duymadı, düşünmeyi arzu etmedi yahut vakit olmadı. Yılların telaşlarda böyle hızla geçeceği kimsenin aklına gelmedi. O kısa bir ömre onlarca renk sığdırdı. Ben tüm renklerini sevdim. Ya siz? Geriye dönüp baktığınızda şöyle bir düşünün, siz hangi Kemal Sunal karakterisiniz?
Saygı ve özlemle usta.