Yiğit Güralp
Yaratıcı Yapımcı, Yazar

Ortaktan öte, kardeşten ziyade

ABONE OL

2014’de aramızdan ayrılan Richard Attenborough’un fotoğrafını gördüğümüzde kendisini Jurassic Park’ın zengin yatırımcı iş adamı Hammond rolüyle tanırız. Oysa kendisi Gandhi (1982) ve Chaplin (1992) gibi büyük biyografi filmlerinin yapımcı ve yönetmenidir.

Şu an vizyondaki başka bir film olan ve Elton John’ın hayatını anlatan “Rocketman” ile ilgili yazımızda Hollywood’un gerçek yaşam öykülerine yönelmesinin nedenlerinden bahsetmiştik. YAŞAYAN BİR EFSANEDEN: ROCKETMAN İşte Attenborough’un “Gandhi” ve “Chaplin” filmleri de biyografi filmleri içinde önemli mihenk taşlarındandı. Her ne kadar Chaplin, gişede Gandhi kadar ticari başarı elde edemeyip batsa da filmin sanatsal değeri onu sinema tarihinin ölümsüzleri arasına taşıdı. Aynı zamanda bu iki film, bu alanda önemli bir çıta da koydu: “Tarihi figürleri canlandıran aktörlerin o kişilerin aslına şaşırtıcı biçimde benzerliği faktörü” Keza Ben Kingsley’in Gandhi’ye; Robert Downey Jr.’ın Charlie Chaplin’e benzerlikleri ve mükemmel performasnları, filmlerin inandırıcılık gücüne kaçınılmaz bir biçimde etki ediyordu. 1992’deki “Chaplin” filminden 27 yıl sonra; aynı dönemin efsane komedyenleri Stan Lauren ve Hardy Oliver’ın hayatlarının son çeyreğine odaklanan “Stan And Ollie” filmi de artık vizyonda. 27 yıl öncesi için hayli iyi bir rakam sayılan “Chaplin” filminin 30 Milyon Dolarlık bütçesinin yanında “Stan And Ollie”nin 10 Milyon dolarlık kısıtlı bütçesi ilk duyurulduğunda, bizi çok sayıda devasa setin ve geniş tabanlı bir hikayenin beklemediğini tahmin edebiliyorduk. BBC Televizyonunun da ortak yapımcısı olduğu proje; doğal olarak sinemadan ziyade yüksek bütçeli bir TV filmi olarak tasarlanmış. Fakat itiraf etmeliyim ki sinemanın ikonları haline gelmiş bu iki suratı canlandırmak için öyle iyi iki aktör seçilmiş ki, onları adeta tarihin içinden canlanarak kopup geri gelmiş gibi hissetmek için filmi mutlaka sinemada izlemenizi öneririm. Ben filmi İstanbul’un en büyük perdelerinden birinde izledim. Filmin açılış jeneriğinde kırmızı kadife perde üzerinde altın harflerle filmin ismi belirince, sinemanın o dönem, tarihi ve büyük salonlarda, nasıl ihtişamlı bir gösteri olduğunu bir kez daha idrak ettim. O dev kırmızı kadife perde görüntüsünü dondurup, bir dağ bir deniz manzarasına bakar gibi dakikalarca seyretmek istedim. Hikaye 1930’larda; Laurel ve Hardy’nin sesli dönem komedi filmlerinde yıldız seviyede oldukları en popüler dönemlerinde, bir western parodisi olan ünlü filmleri “Way Out West” setinde başlıyor. Stan Laurel, sayısız filmde birlikte çalıştıkları yapımcı Hal Roach’ın sırtlarından yükle para kazandığının farkında. Fakat ikiliye verilen para ve gördükleri saygının bu dev kazancın karşısında hayli asgari olduğunu düşünüyor. Bu yüzden de isyan bayrağını çekmeye teşne haliyle sürekli yeni ve bağımsız bir geleceğin planlarını yapıyor. Evlendiği tüm kadınlardan ayrılan ve parasını biraz bahislerle biraz da nafakalarla sorumsuzca tüketen Hardy Oliver ise bu bağımsızlık fikirleri için yeterince cesur değil. Stüdyo ile sözleşmesinin ortağından daha uzun olması da elini ayağını bağlıyor. Ve olanlar oluyor. Stüdyodan cesur bir kararla ayrılan Stan, ortağı da peşinden gelecek zannederken, Hardy onu yalnız bırakıyor. Ve Stan olmadan bir başka aktörle ikili bir film çekmek zorunda kalıyor. Hikaye tam da buradan, ikilinin filmlerinin artık popülerliğini yitirdikleri, her ikisinin de hayli dominant son eşleriyle ömrünün son baharlarını yaşadıkları 16 yıl sonraya atlıyor. 1953 yılında Laurel Hardy filmlerinin yerini artık başka ikililer almış. Stan ve Ollie için tek çare yüzsüz bir menajerin organize ettiği Londra turnesine çıkarak, komik numaralarını tiyatro sahnesinde sergilemek. Ve sahnede halen ilgi gördüklerini yapımcılara kanıtlayıp yeni filmleri için kontrat yenilemek. Fakat ne işler ne de Oliver’in sağlığı yolunda gitmiyor. Doktorlar tekleyen kalbinin bu turneyi bitiremeyeceğini söyleyerek Oliver’in emekliye ayrılmasını istiyor. 16 yıl önce hayatta kalacak parayı kazanmak için ortağını yarı yolda bırakan Oliver, bu defa hayatı pahasına bu turneye devam edebilecek mi sorusu filmi finale taşıyan ve unutulmaz sahneler izlememizi sağlayan bir çatışma unsuru olarak konumlandırılıyor. Ekip ellerindeki kısıtlı bütçeyi en etkili biçimde kullanmak için, akıllıca bir karar verip hikayelerini 98 dakikalık bir sürede gayet derli toplu biçimde anlatmak istemişler. Çünkü filmin her bir dakikası filmin çekimleri için bir maliyet demek. Daha uzun bir süre seçip prodüksiyon kalitelerini ve inandırıcılık unsurunu yere düşürmektense, hikayelerini daha minimal biçimde anlatmayı seçip her kuruşlarını, filmin her sahnesinin dönemin gerçekliğini mükemmel biçimde yansıtması için harcamayı tercih etmişler. Yapım planlamasındaki bu yerinde karar filmin buram buram kalite kokan her anında hissediliyor ve uzun zamandır sinemada uzun süreli hikayeler izlemekten yorulmuş benim gibi seyircileri de ayrıca mutlu ediyor. Bu anlamda film kendine mekan olarak ağırlıklı biçimde ünlü Savoy otelini merkez alıyor. Gösteriye çıktıkları tarihi tiyatrolar ve zaman zaman Londra sokakları filmin görsel zenginliğini dengeliyor. John Reilly kendisini iki kat şişmanlatan kostümleri ve makyajının altında son derece doğal bir oyunculuk ortaya koymuş. Film bittiğinde hafızamda gerçek Oliver ile filmdeki Oliver’ı karıştıracak kadar müthiş bir benzerlik izlediğimi görüyorum. 2015’de Showtime’ın reklam dünyasını sert bir dille eleştiren harikulade mini dizisi “Happyish”de beni büyüleyen Steve Coogen ise daha derin ve zor bir karakter olan Stan Laurel’e hayat vererek unutulmaz bir performansa imza atıyor. Böylece Coogan’ın filmdeki yükü, rolü ve hikayesi bir parça daha fazla diyebiliriz ki gerçek hayatta bu Stanley için de böyleymiş. Zayıf olanın, perde arkasında takımın beyni ve sorumluluk taşıyan üyesi olduğu gerçeği filmde net bir biçimde hissediliyor. Stan senaryolar yazıyor, sürekli yeni sahne numaraları düşünüyor, sözleşmelerle ilgileniyor ve Oliver’ın çocksu kabahatlerini, tembelliğini hatta onun fikirlerini kendininmiş gibi göstermesini bile olgunlukla alttan alıyor. Filmde önemli iki figür olan ikilinin eşlerinin de rolü büyük. Stan’in Oliver’a olan sevgisi eşiyle konuşmalarında ortaya çıkıyor. Tabiri caizse Oliver’ı bir ağabey gibi bir kardeş gibi koruyup kolluyor ve o üzülmesin diye hüzünlü yüzüyle her üzüntüyü içinde yaşıyor. Oliver’ın da kavga ettiklerinde bir çocuk gibi ağlayacak kadar büyük bir sevgiyle Stan’e bağlılığı gözler önüne seriliyor. Ortaklıktan öte, kardeşlikten ziyade uzun yılları deviren bu birlikteliği tüm gücüyle idrak ettiğimiz anlardan biri olarak ikilinin yatakta birbirlerinin elini tuttukları sahne filmin en büyük anlarından biri olarak zirveye çıkıyor. Cem Yılmaz bir belgeselinde, Laurel ve Hardy çizgi romanı almak için gittiği bir pasajda başına gelenleri anlatmıştı. Çizerliğe ve sinemaya gönül verdiği önemli anlardan biri olduğunu dile getirmişti. 70’li ve 80’li yıllarda hem TRT’de izlediğimiz filmleri, hem bankaların düzenlediği hafta sonu çocuk sineması seanslarında izlediğimiz kısa filmleri, hem de çizgi romanlarıyla “Laurel Hardy” hayatımızda gerçekten önemli bir yer teşkil ediyordu. Ben de çocukluğumda yazın anneannemleri Manisa Kırkağaç’da ziyarete gittiğimde, Soma’daki gazete bayiinden Temel Reis ve Laurel Hardy çizgi romanları aldığımı ve tüm yaz onları okuduğumu çok iyi anımsıyorum. Tüm bu hatıraları yeniden canlandıran bu filmi mutlaka görmeniz dileklerimle, herkese iyi seyirler.

twitter takip